8 Eylül 2024 Pazar

Monoton hayatlar

Monoton Hayatın Gölgesinde: Kaçırılan Güzellikler ve Kaybolan İnsanlar

Bir sabah uyandığımızda hepimiz aynı sahneyle karşılaşıyoruz: İş, okul, ev… Koca bir üçgenin içinde, adeta bir zincire vurulmuşçasına dönüp duruyoruz. Bu tekrara teslim olmuş hayatlarımız, yaşamın gerçek anlamını gözden kaçırmamıza neden oluyor. Oysa biz, dünyaya yalnızca hayatta kalmak için değil, yaşamak için geldik. Ama ne yazık ki, hepimiz bu monoton döngünün içinde kaybolmuşuz.

“Monotonluk maratonu”


Günümüzün en can sıkıcı gerçeği, çoğu insanın hayatını bir görevler listesi olarak görmesi. Sabah işe git, akşam eve dön. Hafta içi çalış, hafta sonu dinlenmeye çalış. Okulda notları topla, evde test çöz. Bir sonraki hafta da aynı sahne, aynı replikler. Bu döngüde kaç kez mutlu olduk, kaç kez gerçekten güldük? Kaç kere bir sabah uyandığımızda, “Bugün gerçekten yaşıyorum,” dedik?

İnsanlar bu rutin içinde hayatın güzelliklerinden uzaklaşırken, aslında kaybettikleri çok şey var. Gün doğumunu izlemek, bir çocuğun gülüşüne şahit olmak, bir şarkının içimize işleyen sözlerinde kaybolmak, bir dostla derin bir sohbete dalmak… Bu anlar, hayatın ta kendisi değil mi? Ama biz, sürekli koştururken, bu anların yanından fark etmeden geçip gidiyoruz. Monotonluk bizi esir almış, renklerimizi çalmış, bizi siyah-beyaz bir dünyaya hapsetmiş.

Monoton bir yaşam tarzı sadece bireyleri değil, toplumları da etkiliyor. Bu tekrarlayan döngüler, insanları mekanikleştiriyor; düşünceleri daraltıyor, duyguları köreltiyor. Sürekli aynı yolları yürümek, aynı yüzleri görmek, aynı konuşmaları yapmak… Ruhlarımızı körelten, bizi heyecansız, amaçsız bireylere dönüştüren bu düzen, toplumun da ruhunu kemiriyor. Yaratıcılığımızı, tutkumuzu, cesaretimizi kaybediyoruz. Düşüncelerimiz dar bir çerçevede sıkışıp kalıyor ve dünyaya farklı bir açıdan bakma cesaretini gösteremiyoruz.

Monotonluk, aslında kaçırılan fırsatların sessiz çığlığıdır. Kaçırdığımız o küçük anların, fırsatların, güzelliklerin… Hayatın tadı, rengarenk doğasında gizlidir, ama biz ona sırtımızı dönmüş, sabahın karanlığında işe gitmenin derdine düşmüşüz. Kendimize sormamız gereken bir soru var: Gerçekten yaşamak bu mu?Düşünüyorum da, hayat sadece iş ve sorumluluklardan ibaret olamaz. Hayatı dolu dolu yaşamak, her gün yeni bir şeyler öğrenmek, keşfetmek, hissetmek… Bu olmalı bizim rotamız. Ancak bu şekilde ruhumuzun özgürlüğünü bulabiliriz. Monotonluk zincirlerini kırıp, her sabah yeni bir güne uyanmanın heyecanını hissedebiliriz. Bu heyecanı yakalayabilmek için belki de biraz durup düşünmek, içimize dönmek ve hayatın gerçek anlamını bulmak gerekiyor.

Çünkü hayat, bir sabah işe yetişmeye çalışırken değil, bir anda derin bir nefes aldığımızda başlar. Yolda yürürken bir çiçeğe rastladığımızda, o çiçeği koklayabildiğimizde, bir dostla paylaştığımız kahkahada… Belki de, kaybettiğimiz şeyleri bulmamız için, kendimize bir şans vermemiz gerek. Bir adım geri çekilip, hayatı tekrar keşfetmeye başlamamız… Çünkü hayat, sadece iş, okul, ev üçgenine sıkışmayacak kadar güzel ve değerli.

Ve işte o zaman, gerçekten yaşıyor olacağız.

Hadi eyvallah…

6 Eylül 2024 Cuma

Ahlakın yerini ne aldı?

Toplumlar, tıpkı bireyler gibi bir ruhu, bir benliği vardır. Ancak günümüz toplumuna baktığımda, bu ruhun giderek solgunlaştığını, benliğinin bulanıklaştığını görüyorum. Her şeyin bir maddeye, bir görüntüye, bir etikete indirgenmesi, insanı insan yapan değerlerin hızla yok oluşunu beraberinde getiriyor. Evet, belki ilerledik; teknolojik olarak gelişiyor, her gün yeni icatlarla hayatımızı kolaylaştırıyoruz. Ancak insaniyet adına büyük bir kaybın içindeyiz.

Ahlakın yegane garantisi evrensel merhamettir”


Ahlaki değerler… Bu kelimeleri dahi telaffuz ettiğimde, artık bir klişe olarak algılandığını hissediyorum. Oysa ahlak, bir toplumun gerçek mirasıdır; köklerini besleyen, onu ayakta tutan, yaşamına anlam katan değerler bütünüdür. Bugün ise, bir avuç kirli propagandanın altında ezilen, yozlaştırılan, küçümsenen bir kavram haline geldi. Ahlak, sadece bireyin değil, toplumsal bütünün de pusulasıdır. Eğer bir toplum, pusulasını kaybederse, o toplumun nereye doğru savrulacağını tahmin etmek hiç de zor değildir.

Şimdi çevremize bir bakalım. Sokaklarda, iş yerlerinde, okullarda… Ahlakın yerini ne aldı? Daha çok kazanmak, daha çok tüketmek, daha çok görünmek… İçi boş, gösterişe dayalı, yüzeysel bir yaşam tarzı aldı. İnsanlar, sahip oldukları maddi varlıklarla kendilerini tanımlar hale geldiler. Ne kadar pahalı giysiler giyersen, ne kadar lüks arabalar sürersen, o kadar saygıdeğer, o kadar önemli varsayılıyorsun. Ancak bu “önem” sahte; çünkü dayandığı temel ahlak değil, paranın gücüdür. Ve para, her şey gibi geçicidir.

Eskiden, bir insana değer biçilirken bakılan şey, onun erdemleri, karakteri, vicdanı, nezaketi, dürüstlüğüydü. Şimdi, bu erdemler zayıflık olarak algılanıyor. Ahlak, “kafamıza takacak kadar küçük olmamalı” diyen bir anlayışa kurban ediliyor. Ahlaklı olmak, aptallık olarak görülüyor. Bir işi hakkıyla, dürüstçe yapmak, ahmaklık gibi değerlendiriliyor. Oysa insan, ruhen ve bedenen var olan bir varlıktır ve ruhun gıdası ahlaktır, adalettir, merhamettir.

Ne zaman böyle olduk? Hangi dönemeçte kaybettik biz bu değerleri? Hangi yolu tercih ettik ki, bugün toplumumuzda çocuklar bile “ne kadar kazandığımıza” göre değer biçiyor birbirine? Hangi noktada ahlaksızlık, iş bilme olarak alkışlanmaya başladı? İnsanlar, insanları metalaştırmaya, birbirinin sırtından geçinmeye ne zaman bu kadar merak saldı?

Toplum, bizi biz yapan değerlerden koptukça, boşluk hissi içimizde büyüyor. İnsanlar mutsuz, kaygılı, umutsuz… Çünkü maneviyattan yoksun bir hayat, sadece koca bir hiçliktir. O boşluk ne kadar lüksle, ne kadar gösterişle doldurulmaya çalışılırsa çalışılsın, asla dolmaz. Çünkü insan, sadece gözle gördüğüyle, elinde tuttuğuyla, satın aldığıyla insan olamaz. İnsanı insan yapan, onun içinde taşıdığı sevgidir, merhamettir, saygıdır, ahlaktır.

Bugün bu yozlaşma hızla ilerliyorsa, bunun sebebi sadece sistemin dayatmaları değil, aynı zamanda bu yozlaşmaya sessiz kalan, hatta onu normalleştiren bireylerin varlığıdır. Bizi bu çukurdan çıkaracak olan, yine bizim içimizde saklı olan, o kaybolmuş değerlere geri dönmektir. Gerçek huzur, gerçek mutluluk, gerçek anlam, paranın gücünde değil, insanlığın gücünde saklıdır. Biraz durup düşünmek, belki de kendimize şu soruyu sormak gerek: “Ben kimim? Ve gerçekten neye değer veriyorum?”

Belki de bu sorunun cevabında gizlidir, kurtuluşun anahtarı…

Hadi eyvallah

30 Ağustos 2024 Cuma

Zafere Giden Yol

Bugün, 30 Ağustos Zafer Bayramı. Her yıl coşku ve gururla kutladığımız bu gün, sadece bir tarih değil, milletimizin varoluş mücadelesinin, direnişinin ve bağımsızlık aşkının en güçlü sembollerinden biri. 30 Ağustos, yüz yıllar boyunca süren bağımsızlık mücadelesinin doruk noktası; vatan toprağında özgürce yaşama iradesinin, bağımsızlığımızı tehdit edenlere karşı verdiğimiz büyük savaşın dönüm noktasıdır. 

“Ne mutlu Türküm diyene”


Bu topraklarda, özgür ve bağımsız yaşama kararlılığımızın bir anıtı olarak yükselen Zafer Bayramı, milletimizin birlik ve beraberlik ruhunu, her türlü zorluk karşısında boyun eğmez azmini simgeliyor. 26 Ağustos'ta başlayan ve 30 Ağustos'ta zafere ulaşan Büyük Taarruz, sadece askeri bir başarı değil, aynı zamanda milletimizin kararlılığı, inancı ve cesaretiyle örülmüş bir destandır. Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk'ün liderliğinde, Türk ordusu ve milletinin topyekûn mücadelesiyle kazanılan bu zafer, bağımsızlık yolunda attığımız en büyük adımlardan biri oldu.

Bu zaferin ardında, vatanın her bir karışını canı pahasına savunan Mehmetçiklerin, kadınların, çocukların ve cephe gerisinde emek veren binlerce isimsiz kahramanın fedakârlığı yatıyor. Onların cesareti ve kararlılığı, bizlere bugünkü özgür ve bağımsız Türkiye'yi miras bıraktı. O günlerin zor şartlarında, yokluk ve imkânsızlıklar içinde verilen mücadele, aslında bugünümüzün ve geleceğimizin teminatı oldu.

30 Ağustos, sadece geçmişin anılması değil, geleceğe ışık tutan bir meşaledir. Bizler, bugünün ve geleceğin mirasçıları olarak, bu zaferin anlamını ve değerini kavrayarak, özgürlüğümüzü ve bağımsızlığımızı sonsuza kadar koruma kararlılığında olmalıyız. Geleceğimiz için, çocuklarımıza bu toprakların ne denli büyük bedellerle kazanıldığını anlatmak, onlara bağımsızlığın ve özgürlüğün değerini öğretmek bizlerin sorumluluğudur.

Bugün, büyük bir milletin evlatları olarak başımız dik, yüreğimizde bağımsızlık ateşiyle atmaya devam ediyoruz. 30 Ağustos Zafer Bayramı’mız kutlu olsun. Unutmayalım ki, zaferlerimizle, tarihimizle ve değerlerimizle gurur duyduğumuz sürece, bu vatan ilelebet özgür ve bağımsız kalacaktır.

19 Ağustos 2024 Pazartesi

Sen hangi seviyedesin?

Seviyelerin Kilidi: Maddiyat, Mutluluk ve Çocukluk Üzerine Derin Bir Düşünce

Hayat, biz farkına varmadan pek çok kez seviyelerden oluşan bir oyun gibi şekillenir. Her bir aşama, kendine has zorluklar ve ödüller barındırır. İlk bakışta basit gibi görünen bu oyunun kurallarını çözmeye çalışırken, farkına varırız ki maddi güce kavuşmak, sadece ilk seviyelerin kilidini açan bir anahtar gibidir. Maddiyat, her ne kadar mutluluğun kaynağı olmasa da, bazı gereksiz problemlerin ortadan kalkmasına yardımcı olur. Ancak işte tam da burada, oyunun asıl derinliği devreye girer: Para sadece bir araçtır ve onunla çözülen sorunlar, hayatın gerçek anlamına ulaşmak için sadece bir basamaktır.


“Peki ya sen hangi seviyedesin?”


İnsanlar maddi güce ulaştıklarında, yaşamlarındaki küçük ama can sıkıcı problemlerden kurtulurlar. Borçlar ödenir, ihtiyaçlar karşılanır ve günlük yaşamın stresi azalır. Bu noktada, bir rahatlama hissi doğar. Fakat bu, sadece oyunun ilk aşamasıdır. Maddi kaygılar azaldığında, insanlar farkında olmadan bir üst seviyeye geçerler. Artık onları rahatsız eden şeyler, daha soyut ve karmaşık hale gelir. Maddiyatın yetersiz kaldığı bu seviyelerde, kişinin içsel dünyası, manevi tatmin ve gerçek mutluluk arayışı devreye girer.

İşte tam da bu noktada, yaşamın büyük paradoksuyla karşı karşıya kalırız. İlk seviyeler, çoğu zaman maddi sorunların gölgesinde gizlenmiş, temel insani ihtiyaçlarla doludur. Ancak bu ihtiyaçlar giderildiğinde, insanın asıl yüzleşmesi gereken şeyin, kendi iç dünyası olduğu ortaya çıkar. Para, mutluluğu satın alamaz; bu, doğru. Ancak, onun varlığı bazı kapıları aralayabilir. Asıl soru ise şu: O kapının ardında ne var? Para sadece ilk seviyede işlev görürken, üst seviyelerde manevi bir anahtar gereklidir. Bu manevi anahtar, belki de kişinin içsel huzuru, sevgi, empati ya da anlam arayışıdır.

Hayatın bu oyununda, en yüksek seviyeye ulaştığımızda tekrar başlangıç noktamıza, çocukluğumuza döneriz. Çünkü çocukluk, aslında tüm seviyelerin kilidinin açık olduğu bir dönemdir. Çocuklar, maddi gücün ve ihtiyaçların ötesinde, saf bir mutluluk ve tatmin hali yaşarlar. Onlar için dünya, keşfedilmeyi bekleyen bir yer, her anı değerlidir. Çocukken, henüz maddi güce ihtiyaç duymadan, hayatın tüm seviyelerini yaşarız. Bir çocuk için, küçük bir oyuncağın verdiği mutluluk, büyük bir servete sahip olmaktan daha değerlidir. Çünkü o yaşlarda, mutluluğun anahtarı dışsal değil, içseldir.

Maddi güç, insanı bir süreliğine tatmin eder; fakat gerçek huzuru ve mutluluğu bulmak, bu seviyenin ötesine geçmeyi gerektirir. Belki de bu yüzden, yaşamın sonlarına yaklaştıkça insanlar tekrar çocukluklarına dönme arzusu duyarlar. Çünkü o zamanlar, tüm kapılar zaten açıktı. Yaşamın her anı, saf ve filtresiz bir mutlulukla doluydu. İşte bu yüzden, en yüksek seviye, çocukluğun saflığına ve masumiyetine geri dönüş olabilir. Yaş ilerledikçe, maddi kaygıların ötesine geçip, tekrar içimizdeki o çocuğu bulmak ve onun rehberliğinde hayatın tadını çıkarmak, belki de gerçek anlamda bir tamamlanmışlık hissi yaratır.

Velhasıl kelam, para ve maddiyat, yaşamın belirli seviyelerinde önemli bir rol oynar. Ancak bu, sadece oyunun başlangıç aşamasıdır. Gerçek mutluluğu bulmak, bu seviyenin ötesine geçmeyi, içsel bir yolculuğa çıkmayı gerektirir. Ve sonunda, tekrar çocukluk dönemimize, o saf ve mutlu zamanlara dönmek, hayatın asıl amacını kavramamızı sağlar. Çünkü çocukken, zaten tüm seviyelerin kilitleri açıktır ve mutluluk, en saf haliyle bizimledir.

15 Ağustos 2024 Perşembe

Dünya

DÜNYA

Işıltılı sözlerin en güzel yalanlarıyla aldatır insanı. 

Umut dolu hayallerin, en iyi masalları ile kandırır insanı.

Kimi zaman vaatlerde bulunur, gerçek ötesi hikayelerin gölgesinden.

Kimi zaman övgüler yağdırır, masallar diyarının ötesinden.


“Bu Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir”



Şiir: Naim Güner

14 Ağustos 2024 Çarşamba

Başka Diyarlara Yolculuk

Başka Diyarlara Yolculuk

Hayatımız boyunca karşılaştığımız her insan, her yüz, her bakış, aslında bizden bir parça taşır. Fakat kaçımız gerçekten bu parçayı görüp, onunla bağ kurabiliyoruz? Empati, işte tam da bu bağın özüdür; kendimizi karşımızdakinin yerine koyabilmek, onun acısını, sevincini, hayal kırıklığını hissedebilmek… Ama empati, sadece bir duygu değil; bir yolculuktur, bizi başka diyarlara, başka hayatlara götüren bir yolculuk.

“Empati, insanlığın kalbindeki sessiz bir güçtür; köprüler kurar, yaraları sarar ve dünyayı değiştirir.”


Gelin, tarih boyunca bu yolculuğa çıkmış büyük ruhların izinden gidelim. Empatinin gücüyle tarihin akışını nasıl değiştirdiklerini görelim.

Bir zamanlar, Hindistan’ın özgürlüğü için mücadele eden bir adam vardı; Mahatma Gandhi. O, insanlara sadece pasif direnişi değil, empatiyi de öğretti. Britanya İmparatorluğu’nun ağır baskısı altındaki halkına, düşmanlarını anlamayı, onlarla savaşmadan direnmeyi gösterdi. Gandhi’nin empatisi, onu sadece Hindistan’ın değil, dünyanın en saygıdeğer liderlerinden biri yaptı. Empati, onun silahıydı; şiddetsiz direnişinin temel taşı. Kendi halkının acısını iliklerine kadar hissetti ve onların özgürlüğü için bedel ödemeye hazırdı. Ancak düşmanını da anlamaya çalıştı; onların korkularını, endişelerini ve insani yanlarını. İşte bu anlayış, Gandhi’yi bir lider değil, bir simge haline getirdi.

Empati, sadece liderlerin silahı değil. İster zengin, ister yoksul, ister güçlü, ister zayıf olalım, hepimizin içinde bir yerlerde saklı duran, unutulmuş bir yetenektir. Şimdi gözlerinizi kapatın ve hayal edin; bir sabah uyanıyorsunuz ve bir köle olarak zincire vurulmuşsunuz. Hayatınızdaki her şey, bir başkasının insafına kalmış. Ailenizden koparılmış, hayalleriniz elinizden alınmış… Frederick Douglass, tam da böyle bir hayattan geliyordu. Bir köle olarak doğdu, ancak empati sayesinde özgürlüğüne kavuştu. Kendisini köleleştirenleri anlamaya çalıştı, onları da insan olarak görmeye devam etti. Douglass’ın empatisi, onu sadece bir özgürlük savaşçısı değil, köleliğin sonunu getiren bir düşünür haline getirdi.

Empati, belki de insan olmanın en saf hali. Bize doğuştan bahşedilen bir yetenek ama zamanla unuttuğumuz, göz ardı ettiğimiz bir hazine. Oysa ki, empatiyle donanmış bir insan, dünyayı değiştirebilir. Bakış açılarımızı genişletir, farklı hayatları anlar, ön yargılarımızı yıkar ve insan olmanın derinliklerinde yatan o sıcaklığı, o anlayışı keşfederiz.

Bir an için dünyadaki tüm liderlerin, politikacıların, CEO’ların empati kurduğunu düşünün. Karşısındaki insanın acısını hissedebildiklerini, onların zorluklarını anlayabildiklerini… O zaman savaşlar son bulur, açlık ve sefalet yerini refaha bırakırdı. Çünkü empati, insanları birleştirir; ortak noktalarımızı, zayıflıklarımızı ve hayallerimizi görmemizi sağlar.Ama bu yolculuk sadece başkalarına yönelik değil, içe doğru da bir yolculuktur. Kendimize empati yapmayı da öğrenmeliyiz. Hatalarımızı, pişmanlıklarımızı kabul edip, kendimize de anlayışla yaklaşmalıyız. Çünkü başkasını anlamadan önce, kendimizi anlamak, kendimize empati göstermek zorundayız. Bu, belki de en zor ama en gerekli adımdır. Kendi iç dünyamızdaki karanlıkları, kırılganlıkları fark etmek, onlara şefkatle yaklaşmak, içsel barışa giden yolu açar.

Sonuç olarak, empati, dünyayı değiştiren güçtür. Gandhi, Douglass ve sayısız insanın yaptığı gibi, empatiyi kalbinize koyun, onun rehberliğinde bir yolculuğa çıkın. Bu yolculuk sizi sadece başkalarının hayatlarına değil, kendi ruhunuzun derinliklerine de götürecek. Empatiyle donanmış bir insan, kendi içindeki en karanlık köşeleri aydınlatır, ve bu ışık, tüm dünyaya yayılır.Dünyayı daha iyi bir yer yapmak, savaşları durdurmak, barışı ve anlayışı yaymak için başka bir şey aramaya gerek yok. Sadece empati, hepsini yapabilecek güce sahiptir. Yeter ki onun ne kadar değerli olduğunu anlayalım, yeter ki onunla yaşamayı öğrenelim.

Unutmayın, birinin acısını hissettiğinizde, onun yaralarına merhem olursunuz. Birinin sevincini paylaştığınızda, mutluluğu çoğaltırsınız. Empati, hayatın en güçlü silahıdır ve onu nasıl kullanacağımız tamamen bizim elimizde.

Hadi eyvallah

10 Ağustos 2024 Cumartesi

Bilgisizlik Dolu Bilgi Çağı

Bilgisizlik Dolu Bilgi Çağı: İnsan İlişkileri Üzerine Bir İnceleme

Günümüzde bilgiye erişim, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar kolay. Cep telefonlarımızdan, bilgisayarlarımıza kadar her an elimizin altında bulunan internet sayesinde, milyarlarca bilgiye birkaç tıklama ile ulaşabiliyoruz. Peki, bu kadar bilgiyle dolu bir çağda, neden insanlar arasında bu kadar büyük bir kopukluk ve anlam karmaşası var? Bu sorunun cevabı, “bilgisizlik dolu bilgi çağı” olarak adlandırabileceğimiz bir olguda yatıyor.


“Doğru bilgiye ulaşmak ,çölde kartopu oynamaktan daha zor”

Bilginin Çoğalması ve Değersizleşmesi

Eskiden bilgi, güçtü. Çünkü zor erişilirdi. Ancak şimdi bilgi, neredeyse sınırsız ve bu sınırsızlık, onun değerini düşürdü. Bilgiye bu kadar kolay ulaşabilmenin getirdiği yanılsama, bilginin gerçekten anlaşıldığı ya da içselleştirildiği anlamına gelmiyor. Bir şey hakkında bir makale okumak ya da kısa bir video izlemek, o konuda uzman olmak anlamına gelmiyor. Bilgi artık yüzeysel, derinliğine inmek zahmetli ve zaman alıcı bir süreç olarak görülüyor. Bu durum, insan ilişkilerinde de benzer bir yüzeyselliği beraberinde getiriyor.

İnsan İlişkilerinde Bilgisizlik

İnsanlar, günümüzde birbirleriyle daha fazla iletişim kuruyor gibi görünebilir. Ancak bu iletişimin niteliği üzerine derinlemesine düşündüğümüzde, aslında çok az şeyin gerçekten paylaşıldığını fark ediyoruz. Sosyal medyada bir ‘beğeni’, bir ‘yorum’ ya da kısa bir ‘mesaj’, yüz yüze yapılan bir sohbetin yerini tutmuyor. İnsanlar, birbirleri hakkında daha fazla şey biliyor gibi görünse de, aslında birbirlerini daha az anlıyorlar. Çünkü ilişkiler yüzeyde kalıyor, derinlemesine bir bağ kurulamıyor. Bunun en bariz örneği, her an çevrimiçi olsak da, gerçekten samimi ve anlamlı insan ilişkileri kurmakta zorlanmamızdır.

Bilginin Yanıltıcı Etkisi

Sahte bilgiler, manipülasyonlar, eksik ya da yanlış anlaşılan bilgiler; bunlar çağımızın bilgi kirliliğinin sonuçları. Bu kirlilik, yalnızca bireysel düzeyde değil, toplumsal düzeyde de büyük etkiler yaratıyor. İnsanlar, eksik ya da yanlış bilgilerle hareket ettiklerinde, karar alma süreçlerinde ciddi hatalar yapabiliyorlar. Bu durum, insan ilişkilerine de yansıyor. Yanlış bilgilere dayalı önyargılar, yanlış anlaşılmalar, çatışmaların temelini oluşturuyor.

“Bilgisizlik bataklığına saplanmış her ruh özünü kaybeder”


Derin Bilgiye Ulaşmanın Zorluğu

Bilgisizlik dolu bilgi çağı, aynı zamanda derin bilgiye ulaşmanın ne kadar zorlaştığının da göstergesi. Yüzeyde dolaşan milyonlarca bilgi parçası arasında, gerçekten anlamlı ve derin bilgilere ulaşmak için ciddi bir çaba sarf etmek gerekiyor. Ancak, modern insanın zamanı kısıtlı ve sabırsız. Derinlemesine düşünmek, analiz etmek, sorgulamak; bunlar genellikle ihmal edilen süreçler haline geliyor. Bu durum, insan ilişkilerinde de kendini gösteriyor. Yüzeysel ilişkiler, derin duygusal bağların yerini alıyor. Çünkü derin bir ilişki kurmak, sabır ve çaba gerektiriyor.

Bir İllüzyon Olarak Bilgi

Bilgi çağında yaşadığımızı düşünürken, aslında bir illüzyonun içine hapsolmuş olabiliriz. Bilgiyle dolup taşan ama derinlikten yoksun bir çağda, bilgiye sahip olmak ile onu anlamak arasında büyük bir uçurum var. Bu uçurum, insan ilişkilerinde de aynı şekilde kendini gösteriyor. İlişkilerde bilgi, çoğu zaman yanıltıcı olabilir. Birini tanıdığımızı sanmak ile gerçekten tanımak arasında fark vardır. Yüzeysel bilgilerle dolu olan çağımızda, bu farkı anlamak ve derin ilişkiler kurmak her zamankinden daha zor hale gelmiş durumda.

Bilgi Çağında Anlam Arayışı

Bilgisizlik dolu bilgi çağı, bizi yüzeyselliğin tuzağına çekiyor. Bu tuzaktan kurtulmanın yolu, bilginin peşinden gitmekten değil, onu derinlemesine anlamaktan ve içselleştirmekten geçiyor. İnsan ilişkilerinde de bu prensip geçerli. Yüzeyde dolaşmak yerine, derinlemesine ilişkiler kurmak, gerçekten anlamak ve anlaşılmak, çağımızın en büyük ihtiyaçlarından biri haline geldi.

Bilgi çağında yaşıyor olabiliriz, ancak bu çağda gerçek anlamı bulmak ve derin bağlar kurmak, bilginin değil, bilginin doğru şekilde anlaşılmasının bir sonucudur. Yüzeyde kalmayıp, derinlemesine düşünmek ve hissetmek; işte bu, insanın en büyük bilgeliğidir.

Hadi eyvallah

9 Ağustos 2024 Cuma

Kurabiye canavarı Walter White

Bölüm 10: Walter White cafe

Bugün, eski dostum İlker ile buluşmaya karar verdim. Günün en güzel saatlerinden biri olan öğle vakti, sıcak bir ağustos günü ve anadolu yakasının incisi Kadıköy’de Walter White cafede :)


“Say my name.”


İlker, yaşı benden küçük olmasına rağmen, olgun tavırları ve derin bakış açısıyla her zaman hayranlık uyandıran biri olmuştur. On numara dört dörtlük bir karaktere sahip olması da cabası.Birlikte güzel bir öğle yemeği yedik. Mekanın samimi atmosferi, bizim de sohbetimize yansıyordu. (Walter White yemeklerinin dışında çayın yanında servis ettikleri nefis kurabiyeleriylede ünlüdür, mutlaka denemelisiniz)  Uzun zamandır görüşememiş olsak da sanki dün ayrılmışız gibi kaldığımız yerden devam ettik. Eski günlerden, o eski iş yerindeki anılarımızdan bahsettik. O dönemin kendine has bir büyüsü vardı. Her zorluğun arkasında bir dost omzu, her başarının ardından gelen bir tebessüm vardı.

Sohbet ilerledikçe konu, günümüz gençlerine ve onların hayallerine geldi. İlker, şimdiki gençlerin çoğu gibi yurt dışında yaşama isteği taşıyanlardan biriydi. Bu, onun için büyük bir tutku haline gelmişti. Açıkçası bu isteği anlıyorum; farklı kültürler görmek, yeni yerler keşfetmek insanı her zaman cezbedici gelir. Ancak, içimde bir ses vardı ki, ülkemizin böylesine yetenekli ve eğitimli gençlere olan ihtiyacını da görmezden gelemiyordum.Bu düşüncelerimi İlker’e de dile getirdim. Yurt dışında yaşama fikrinin ne kadar güzel bir macera olduğunu, ancak ülkemizde de yapılacak çok şeyin olduğunu anlattım. Eğitimli, vizyoner insanların bu topraklarda kalıp burayı daha ileriye taşıması gerektiğini savundum. İlker, söylediklerimi dikkatle dinledi, gözlerindeki parıltı, onun da bu konuda derin düşündüğünü gösteriyordu.

Sohbetimiz, tatlı bir melankoliyle sona erdi. İlker’in kararı ne olursa olsun, onunla her zaman gurur duyacağımı biliyorum. Bir dostun, bir kardeşin olgunlaşmasını izlemek kadar güzel bir şey var mı? Geriye sadece, ona her zaman destek olacağımı bilmesini sağlamak kaldı.

O öğleden sonra, dostlukların zaman ve mesafe tanımadığını bir kez daha anladım. Eski günlerin sıcaklığı, yeni günlerin umutlarıyla harmanlanmıştı. Hayat bir şekilde akıp gidiyor ama güzel dostluklar, kalıcı izler bırakıyor ve tabiki o nefis kurabiyeler :) kendinizi kurabiye canavarı hissedersiniz.

Hadi eyvallah

6 Ağustos 2024 Salı

Dört Küçük Kedi, Bir Çocuk

Çocuklarımıza Hayvan Sevgisini Aşılamak

“Sevgiyi en çok onlar hak eder”


“Malatya’da Sıcak bir yaz günü, dere kenarında arkadaşlarımla oynarken kedi miyavlama sesleri duydum. Sanki bir yardım çağrısıydı bu. Sesin geldiği yere doğru koştum ve dere kenarında çaresizce bekleyen dört küçük kedi yavrusunu gördüm. Annelerinden uzaklaşmış ya da dere kenarına düşmüşlerdi. Yürek burkan bu manzarayı görünce hemen harekete geçtim.Küçükken doğayla iç içe büyüdüğüm için hayvanları çok severdim. Onların da bizler gibi duyguları olduğunu bilirdim. Bu yüzden bu yavru kedilere yardım etmeliydim. Ancak onları kurtarmaya çalışırken dengemi kaybettim ve ben de onların yanına düştüm. Yaklaşık 5-6 metre yüksekten düşmüş, kollarım ve dizlerim yaralanmıştı. Canım yanıyordu ama o an aklımda sadece bu minik canları kurtarmak vardı.

Ağlamaya başladım, hem acımdan hem de çaresizliğimden. Ancak bu küçük kedilerle birlikte ağlamak bana güç verdi. Onların korku dolu gözlerini görünce asla pes etmeyeceğime karar verdim. Sonunda onları tek tek güvenli bir yere çıkarmayı başardım. Belki de bu olay, bana hayvan sevgisinin ve onlara yardım etmenin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha hatırlattı.”

Bu anıyı anlatmamın nedeni, çocuklarımıza hayvan sevgisini aşılamanın ne kadar önemli olduğunu vurgulamak. Hayvanlar da bizim gibi canlılar ve onların da sevgiye, şefkate ve korumaya ihtiyaçları var. Bu sevgiyi çocuklarımıza aşılamak, onların empati yeteneklerini geliştirecek, doğayla ve çevreyle daha uyumlu bireyler olmalarını sağlayacaktır.

Çocuklarımızı hayvanlarla tanıştırmak, onlara sorumluluk duygusunu öğretmek için harika bir yoldur. Evde bir hayvan beslemek, onlara karşılıksız sevgi ve sadakat gibi değerleri öğretebilir. Ayrıca sokak hayvanlarına yardım etmeleri için teşvik etmek, onlara merhameti ve duyarlılığı aşılar.

Bir çocuk, bir hayvana yardım ettiğinde aslında kendine de yardım eder. İçindeki iyiliği, sevgiyi ve merhameti keşfeder. Bu yüzden, çocuklarımıza hayvan sevgisini aşılamak, onları daha iyi birer insan yapmanın en güzel yollarından biridir.

Hayvanlar bizim dostlarımız, onlara iyi bakalım ve çocuklarımıza da bu sevgiyi aşılayalım. Çünkü hayvanları seven bir çocuk, dünyayı da sever….

Hadi eyvallah.