20 Kasım 2024 Çarşamba

Yalan ve hayaller Dünyası

Geleceğe Umutla Bakmak ve Sosyal Medyanın Tuzakları 

 
Son yıllarda gençlerimizin içinde bulunduğu ruh hali beni fazlasıyla düşündürüyor. Gözlemlediğim kadarıyla, birçoğu gelecekle ilgili derin bir kaygı taşıyor, umutsuzluk hissi içinde boğuluyor ve hoşgörüden uzak bir yaşam tarzını benimsemeye başlıyor. Bunun nedenleri üzerine kafa yorarken, sosyal medyanın hayatlarımız üzerindeki etkisinin bu tabloyu büyük ölçüde şekillendirdiğini fark ediyorum... 


“Bu Dünya” hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir.

 
Sosyal medya, her gün yeni bir hayat standardı, yeni bir güzellik algısı, yeni bir başarı tanımıyla karşımıza çıkıyor. İnsanların mutluluk pozları arasında dolanırken, arka planda neler yaşadıklarını sorgulamayı bırakıyoruz. Zira ekranın parlak ışıkları gözlerimizi kamaştırıyor ve o an, elimizdekiyle yetinememe hissini tetikliyor. “Ben neden böyle değilim?” ya da “Neden daha iyisini başaramıyorum?” gibi sorular, gençlerimizin zihinlerinde yankılanıyor. Bu durum, onları sadece umutsuzluğa değil, aynı zamanda hayata karşı bir öfkeye de sürüklüyor... 


Ancak burada bir gerçeği unutmamak lazım: Sosyal medyada gördüğümüz o “mükemmel” yaşamlar, birer illüzyondan ibaret. Gerçek hayatta herkesin bir mücadelesi var, herkesin bir eksikliği var. Ancak bu mücadeleleri ya da eksiklikleri kimse paylaşmıyor. Herkes en parlak anlarını gösteriyor, en karanlık anlarını saklıyor. İşte gençlerimizin düşmesi muhtemel en büyük tuzak da bu: Görünenle gerçeği karıştırmak... 


Elbette, sosyal medyayı tamamen kötülemek doğru değil. Doğru kullanıldığında öğrenmenin, iletişimin ve kendini ifade etmenin güçlü bir aracı. Ama gençlerimize, ekrandaki hayallerin gerçeği yansıtmadığını öğretmek zorundayız. Hayatı başkalarının çizdiği standartlara göre değil, kendi değerlerimize göre şekillendirmemiz gerektiğini anlatmalıyız.... 


Gelecek kaygısı bir nebze anlaşılır bir şeydir. Ekonomik şartlar, iş bulma zorlukları, belirsiz bir dünya… Bunlar hepimizin düşündüğü konular. Ama bu kaygıların bizi esir almasına izin veremeyiz. Gençlerimize, umutlu olmanın ne kadar kıymetli olduğunu, hoşgörünün ve sevginin hayatın temeli olduğunu hatırlatmamız gerekiyor. Çünkü gerçek anlamda “mutlu” bir gelecek, önce kendimizi ve çevremizi olduğu gibi kabul etmekten geçiyor... 

Bu yazıyı bir çağrı olarak görüyorum. Gelin, gençlerimize daha çok destek olalım. Onlara, ekranın arkasında gördüklerinin yalnızca bir “an” olduğunu, asıl hayatın burada, gerçek dünyada olduğunu gösterelim. Çünkü bu ülkenin en büyük gücü gençlerdir ve onların umudunu kaybetmesi, hepimizin kaybı olur... Unutmayalım: Birlikte daha güzel yarınlar mümkün. 

Ama bunun için ilk adım, umutla bakmayı öğrenmek.

Hadi eyvallah…

8 Kasım 2024 Cuma

Toplum bilinci

İnsanın duygu ve düşünceleri, toplumsal olaylarla şekillenen bir aynadır adeta. Yaşamımız boyunca, birey olarak hissettiklerimiz ve düşündüklerimiz, farkında olmadan toplumdaki dönüşümler, olaylar, krizler ve gelişmeler tarafından etkilenir, yönlendirilir, bazen de köklü bir biçimde değiştirilir. Toplumsal olaylar, yalnızca o an yaşanan bireysel duyguları değil, kolektif hafızayı da derinden etkiler ve bu etkileşim, toplumun ortak bir ruh halini, ortak bir tarihsel bilinci ortaya çıkarır.

Toplum bilinci


Düşüncelerimizin şekillenmesi, tarihin akışında pek çok örnekle karşımıza çıkar. Örneğin Fransız Devrimi, halkın “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” düşüncesi etrafında birleşmesine ve bu fikirleri toplumsal düzeyde bir hak olarak talep etmesine yol açtı. Devrimin tetiklediği güçlü duygular, bireysel isyanları bir kenara itip kitlesel bir başkaldırıya dönüştürdü. Bir bireyin, bir köylünün, bir işçinin yalnız başına özgürlük talepleri ne kadar güçlü olursa olsun, toplumsal bir harekete dönüşmedikçe karşılık bulması zordu. Ama bu devrimde, herkesin içindeki isyan kıvılcımı birleşti, büyüdü ve bir alev topuna dönüştü. Fransız Devrimi, duygu ve düşüncelerin bir toplumda nasıl kolektif bir bilinçle şekillenebileceğine dair en etkileyici örneklerden biridir.  
Toplumsal olayların insan psikolojisi üzerindeki etkisi bilimsel çalışmalarla da desteklenir. Sosyal psikolojinin kurucularından sayılan Gustave Le Bon’un Kitleler Psikolojisi adlı eseri, bireyin kalabalık içindeki davranış ve düşünce değişimlerini açıklamak için önemlidir. Le Bon’a göre, birey kitle içinde kendi kişisel bilinç seviyesini kaybeder ve kolektif duyguların etkisi altına girer. Bu durumda kişi, normalde yapmayacağı davranışları sergileyebilir ya da asla inanmayacağı düşünceleri benimseyebilir. Bu, toplumsal olayların bir bireyin kişisel değer ve düşüncelerini nasıl değiştirebileceğini gösteren bir açıklamadır. 

Tarihte, bireylerin yaşadığı derin travmaların nesilden nesile aktarılabileceği yönünde yapılan çalışmalar da bu durumu destekliyor. Örneğin, II. Dünya Savaşı sırasında Yahudi soykırımını yaşamış ailelerin torunlarında bile travma belirtilerine rastlandığı gözlemlenmiştir. Bu olgu, “epigenetik miras” kavramı altında açıklanıyor. Yani, travma ve stresin bireylerin genetik yapılarında değişikliklere neden olarak bu değişiklikleri gelecek nesillere aktarabileceği gösterilmiştir. Bir toplumun geçirdiği büyük acılar, sadece o dönemi yaşayan bireyleri değil, onların çocuklarını ve hatta torunlarını bile etkileme potansiyeline sahiptir. Duygu ve düşüncelerin toplumsal olaylardan nasıl etkilendiğine dair bu epigenetik yaklaşım, bireylerin yaşadıklarının gelecekteki kuşakların psikolojisini şekillendirdiğini gösterir. 

Toplumsal olayların yalnızca bireysel düşünceleri değil, aynı zamanda insanın umutlarını, hayallerini ve gelecek beklentilerini de köklü bir biçimde değiştirdiği gözlemlenir. Çöküş dönemlerinde umutsuzluk hâkimken, yükseliş dönemlerinde bireylerin düşüncelerinde umut ve güven artar. Bir toplum savaş sonrası dönemde travmalarla uğraşırken, o toplumun üyeleri geleceğe dair kaygılarla başa çıkmaya çalışır. Örneğin, Soğuk Savaş döneminde, Amerika ve Sovyetler Birliği gibi ülkelerde “gelecek korkusu” toplumun her katmanında hissedilmiştir. Bu dönemde nükleer savaş tehdidi, insanların düşüncelerine öyle bir yerleşmişti ki, birçok kişi günlük hayatında bu kaygıyla hareket ediyordu. Bu durum, sanat eserlerinde, sinemada ve hatta popüler kültürde dahi karşımıza çıkarak, insan psikolojisinin toplumsal olaylardan nasıl etkilenebileceğinin bir örneği olmuştur.
 
Toplumsal olaylar, insanların bireysel sınırlarını aşan bir etkiye sahiptir. Bir kişinin düşünceleri ve duyguları, içinde yaşadığı toplumdan ve o toplumun geçtiği tarihsel süreçlerden bağımsız değildir. Fransız Devrimi’nde özgürlük hayalleriyle yanıp tutuşan halk gibi, II. Dünya Savaşı’nın travmasını nesiller boyu taşıyan aileler gibi, biz de günümüzde toplumsal olayların etkisini içimizde hissediyoruz. Sosyal, psikolojik ve hatta biyolojik düzeyde yaşanan bu etkileşim, insanın bir “toplum varlığı” olduğunu, bireysel hislerinin bile toplumsal olaylarla şekillendiğini bize bir kez daha hatırlatıyor.

Hadi eyvallah…

18 Ekim 2024 Cuma

Acil eve gel !

Bölüm 11 Korku kapanı

Soğuk bir İstanbul akşamında, Cafer abiden gelen mesajın ardından içimde büyüyen sıkıntıyla onun evine gitmeye karar verdim. Mesaj kısa ve netti: “Acil eve gel.” Bu iki kelime zihnimde yankılanıyor, düşüncelerime ağır bir gölge gibi çöküyordu. Zili uzun uzun çaldım. Cevap yok. İçimdeki sıkıntı daha da derinleşti.

“Kim bilebilir ki bir gün bir mesaj ile hayatınız değişenilir”


Apartman kapısını açıp ağır adımlarla üçüncü kata doğru çıkmaya başladım. Merdivenleri tırmanırken her adımda içimdeki huzursuzluk büyüyordu. Apartmanın ışıkları bir anda kapandı, karanlık beni sardı. Kalbim hızlandı, nefes alışlarım derinleşti. Sanki o karanlık, beni içine çekiyordu. Bir an durup etrafı dinledim. Sessizlik… Bu sessizlik her şeyden daha korkutucuydu. Sonra ışıklar tekrar açıldı, ben de adımlarımı hızlandırdım.

Cafer abinin kapısına vardığımda, kapı aralıktı. Normalde kapıyı her zaman kilitlerdi. İçeriye bir göz attım ama ne bir ses ne bir hareket… Her zamanki sıcak karşılaması yoktu, o neşeli adam ortada görünmüyordu. İçimde bir ürpertiyle kapıyı yavaşça açtım. Gıcırdayan kapının sesi apartman boşluğunda yankılandı, kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. Kendimi bir anda bir korku filminin başrolünde hissetmeye başladım. Koridora adım attım, her şey o kadar sessizdi ki kendi nefes alışlarım bile yankılanıyordu. Oturma odasının köşesinden sızan loş ışık, yalnızca odayı değil, içimdeki karanlığı da körüklüyordu.

Birden ışıklar açıldı ve Cafer abi büyük bir kahkahayla mutfaktan çıktı. Neşeliydi, elinde bir anahtarlık sallıyordu. Şaşkınlık içinde, ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Kalbim hâlâ hızla atıyordu, zihnimdeki soru işaretleri daha çözülmeden Cafer abi sevinçle yeni aldığı motorun anahtarını gösterdi. O an her şey netleşti. Meğerse bana bir sürpriz yapmak istemiş, mutfaktayken çayın altını kapatıyormuş, bu yüzden kapıda yokmuş.

Ben ise kapıda gördüğüm boşluk ve sessizlik yüzünden aklımdan neler geçirmiş, ne senaryolar kurmuştum! O karanlık anlarda kendimi bir korku filminin kahramanı sanmışken, hayatın sıradan bir figüranı olduğumu ancak şimdi fark ediyordum…

Hadi eyvallah…

10 Ekim 2024 Perşembe

Kelebek etkisi

Bugün bir kez daha fark ettim ki dünyanın bir köşesinde yaşanan acılar, savaşlar ve mutsuzluklar, başka bir yerde başka bir biçimde yankılanıyor. Her şey birbirine bağlı ve bu bağın örüntüleri her birimizde farklı şekillerde tezahür ediyor. Belki bir coğrafyada bombalar patlarken, başka bir coğrafyada bu patlamaların yankısı, yüreklerde derin izler bırakıyor. İnsanlık tarihini göz önüne aldığımızda, acı ve savaşlar sadece bir yerde kalmaz; yayılarak, dünyanın farklı yerlerinde yeni şekillerde karşılık bulur.


Düşünün ki Orta Doğu’da bir savaş patlak veriyor. Milyonlarca insan yerinden, yurdundan koparılıyor. Bu insanların çektiği acılar, mülteci olarak gittikleri ülkelerde yeni bir hayat kurma mücadelesine dönüşüyor. Ancak burada bitmiyor; mülteci krizi, bu ülkelerde yaşayan diğer insanlar için de bir sorun haline geliyor. Ekonomik dengeler bozuluyor, toplumsal huzursuzluk artıyor. Belki Avrupa’da yaşayan bir birey için savaştan kaçan insanların dramı, bir iş fırsatının kaybı, artan kira fiyatları ya da toplumsal huzursuzluk olarak karşılık buluyor. Başka bir yerde patlayan bir bomba, burada işini kaybeden ya da yaşadığı mahallede artık daha az güven hisseden birine dönüşüyor.

Ya da düşünelim, Afrika’da milyonlarca insan susuzlukla mücadele ediyor. Bu kıtlık, burada doğrudan hissedilmeyebilir ama dolaylı olarak bu açlık ve yoksulluk, gelişmiş ülkelerde artan göç dalgalarına sebep oluyor. Göç eden insanlar daha iyi bir yaşam arayışı içinde, belki de hayatlarını tehlikeye atarak başka ülkelere gitmeye çalışıyorlar. Bu arayış ise Batı dünyasında yeni bir “göçmen krizi” olarak adlandırılıyor ve politikacılar bu sorunu çözmek için çeşitli yollar deniyor. Ancak her çözüm, yeni bir sorun yaratıyor; insanlar arasında önyargılar artıyor, toplumsal gerginlikler tırmanıyor.

Bir diğer örnek; yıllarca süren iç savaşlar, bazı ülkelerde büyük travmalara sebep olurken, başka bir yerde ekonomik dengeyi bozuyor. Savaşın yaşandığı ülkelerde silah ticareti ve petrol anlaşmaları üzerinden büyük güçler kendi çıkarlarını sürdürmeye devam ederken, bu ticaretin bedelini savaşın olduğu yerde çocuklar, yaşlılar, masum insanlar ödemek zorunda kalıyor. Ancak bu savaşın yankısı, dünya ekonomisinin farklı yerlerinde enerji fiyatlarının artmasına, ticaret dengelerinin bozulmasına yol açıyor. Burada, savaşın olmadığı bir bölgede yaşayan bir insan, petrol fiyatlarındaki artış yüzünden hayatını devam ettirmekte zorlanabiliyor.

Bu acıların ortak noktası, her biri başka bir biçimde yankılanıyor ve zincirleme reaksiyonlar yaratıyor. Tıpkı bir taşın suya atılmasıyla dalgaların tüm suyu etkilemesi gibi. Bu da insanlığın birbirine ne kadar bağlı olduğunu, her birimizin diğerinin acısıyla nasıl yaşamak zorunda kaldığını gösteriyor. Şu an belki burada, bu yazıyı yazarken rahat bir koltukta oturuyor olabilirim. Ancak dünyanın başka bir köşesinde bombaların sesiyle uyanan bir çocuk, benim içimdeki bir korkunun yankısı olabilir. Bu çocuk, büyüdüğünde başka bir ülkede yeni bir kimlikle hayatta kalmaya çalışacak belki. Ve o zaman, bu çocukla yollarımız bir yerde kesişecek, ben farkında olsam da olmasam da.

Bu yüzden dünya üzerinde yaşanan her acı, aslında bizim de acımızdır. Biz bunu görmesek de bu acı, mutlaka başka bir şekilde bizim yaşamımıza da dokunur. İşte bu yüzden, insanlık olarak birbirimize yardım etmek, barışı ve sevgiyi yaymak zorundayız. 

Çünkü ne kadar göz ardı etsek de savaşlar, kavgalar ve mutsuzluklar hepimizin hayatına bir şekilde dokunur.

Hadi eyvallah

2 Ekim 2024 Çarşamba

Elektriğin yokluğu ve insanlık

Günümüzde elektrik olmadan hayatta kalabilmemiz mümkün mü? Her şey buna bağlı ve biz bu mucizenin farkında bile değiliz. Gelin bir bakış atalım, elektrik olmadan da olur mu?

“Elektrik olmasaydı ne olurdu”


İlk Anlar

Öncelikle, sabah uyandığımızda alıştığımız birçok şeyin çalışmadığını fark ederiz. Alarmlar çalmaz, telefonlar şarj edilmez, evdeki ışıklar yanmaz. Büyük şehirlerde bu, daha kaotik bir tablo çizebilir. Elektriğin kesildiği ilk anlarda insanların panik yapması muhtemel. Teknolojiye bu kadar bağımlı hale gelmişken, aniden onun yokluğuyla karşı karşıya kalmak büyük bir şok olur. Kimse tam olarak ne yapacağını bilemez; çünkü elektrik sadece konforumuzun bir parçası değil, aynı zamanda iş dünyasının, eğitimin, sağlık hizmetlerinin ve ulaşımın bel kemiği haline gelmiş durumda.

İletişim Kesilir

Elektrik olmadan, iletişim dünyası büyük bir darbe alır. Telefonlar, bilgisayarlar, internet… Hepsi elektrikle çalışıyor. İnsanlar, sevdikleriyle iletişim kuramaz, iş dünyası durur. İnternetin olmadığı bir dünyada bilgiye erişim de neredeyse imkansız hale gelir. İletişim kopukluğu, hem bireyler hem de kurumlar için belirsizlik yaratır. Televizyonlar ve radyo istasyonları da çalışmayacağı için haberleşme kanalları kapanır. Elektrik kesintisi, sadece bireysel hayatımızı değil, aynı zamanda küresel ticareti de etkiler.

İş Hayatı ve Eğitim: Duran Dünyalar

Elektriksiz bir dünyada iş yerleri çalışamaz hale gelir. Ofisler, fabrikalar, üretim tesisleri… Hepsi elektriğe bağımlı. Özellikle modern iş dünyasında bilgisayarlar, veri merkezleri ve makineler olmadan işler durma noktasına gelir. Bankalar çalışamaz, marketler hizmet veremez. Tarım sektöründe elektrikli sulama sistemleri devre dışı kalır, bu da gıda üretimini ciddi anlamda sekteye uğratır. İnsanlar kısa bir süre içinde ihtiyaçlarını karşılayacak ürünlere ulaşamaz hale gelir.

Okullar da bu krizden nasibini alır. Teknolojiye dayalı eğitim sistemleri çöker. Uzaktan eğitim, online dersler, dijital kaynaklar – bunların hepsi artık kullanılamaz. Geleneksel eğitim yöntemlerine dönülse bile, elektrikle çalışan okul ekipmanları olmadan eğitimin kalitesi ve verimliliği büyük ölçüde düşer. Aydınlatma sistemlerinin olmayışı, kış aylarında derslerin yapılamamasına yol açar.

Sağlık ve Ulaşım: Hayati Tehditler

Elektrik kesintisinin en yıkıcı etkileri sağlık ve ulaşım alanında görülür. Hastaneler, elektrikle çalışan cihazlar olmadan çalışamaz. Yoğun bakım ünitelerindeki hastalar, solunum cihazlarına bağlı olanlar ve ameliyatlarda kullanılan tüm ekipmanlar devre dışı kalır. Acil durumlarda hastalara müdahale edilemez ve sağlık sistemi kaosa sürüklenir. Soğuk zincir gerektiren ilaç ve aşılar bozulur. Kısacası, elektrik kesintisi doğrudan insan hayatını tehdit eden bir sorun haline gelir.

Ulaşım sistemleri de büyük ölçüde elektriğe bağımlı. Trenler, metrolar, uçaklar, trafik ışıkları… Hepsi durur. Büyük şehirlerde trafik kaosu başlar. İnsanlar işlerine ya da evlerine ulaşmakta zorlanır. Küresel ticaret neredeyse tamamen durur, çünkü gemiler ve uçaklar bile güvenli bir şekilde hareket edemez hale gelir.

Toplumun Ruh Hali ve Güvenlik Sorunları

Elektriksiz bir dünya, insanların ruh hali üzerinde de derin bir etki bırakır. İlk birkaç gün herkes bunu bir “tatil” gibi görse de zaman geçtikçe, hayatta kalma mücadelesi başlar. İnsanlar ihtiyaçlarını karşılayacak kaynaklara ulaşmakta zorlanır ve kaos ortamı doğar. Marketlerde, su kaynaklarında, hastanelerde kargaşalar yaşanabilir. Hırsızlık, yağma gibi suçlar artar çünkü güvenlik sistemleri de elektriğe bağlı. Güvenlik kameraları, alarm sistemleri devre dışı kalır. Kolluk kuvvetleri durumu kontrol altına almaya çalışsa da bu çok zor bir süreç olur.

Doğaya Dönüş ve Toplumsal Yeniden Yapılanma

Elektrik olmadan hayat, bizleri teknoloji öncesi dönemlere geri götürür. Tarım ve el işçiliği daha önemli hale gelir. İnsanlar daha fazla doğaya yönelir, hayatta kalmak için topluluklar oluşturur. Bu durum, bireylerin hayatta kalma içgüdülerini ön plana çıkarır ve belki de teknolojiye olan bağımlılığımızın ne kadar büyük olduğunu fark ederiz. Elektriksiz bir dünyada, insanlar doğal kaynakları daha bilinçli ve sürdürülebilir şekilde kullanmayı öğrenmek zorunda kalır.

Bu durum toplumsal yapıyı da değiştirir. Küçük topluluklar, köyler ve yerel ekonomiler yeniden değer kazanır. Üretim ve tüketim yerelleşir, insanlar kendi ihtiyaçlarını karşılayacak yöntemler geliştirir. Toplumsal dayanışma ve yardımlaşma daha da önemli hale gelir.

Elektriğin Yokluğu ve İnsanlık

Elektrik olmadan dünya, bugünkü halinden çok uzak, kaotik ve zorlu bir yer olurdu. Ama aynı zamanda belki de teknolojinin bizi ne kadar bağımlı hale getirdiğini fark eder, kendi doğamıza ve birbirimize daha yakın hale gelirdik. Elektrik, modern dünyanın vazgeçilmezi olabilir, ancak onun yokluğunda da insanlar bir şekilde adapte olmayı öğrenir. Yeni bir dünya düzeni, yeni yaşam biçimleri ve belki de daha doğaya yakın, daha insani bir yaşam ortaya çıkabilir.

Belki de bu süreç bizlere, gerçek konforun teknoloji değil, doğa ve insan ilişkileri olduğunu hatırlatır. Yani her ne kadar elektriksiz bir dünya korkutucu görünse de, bu dünyada hayatta kalabilmek için dayanışma, doğaya uyum ve geçmişin bilgeliğiyle yeniden bağlantı kurmamız gerekebilir.

Hadi eyvallah…

25 Eylül 2024 Çarşamba

Tekken vs biz

Bölüm 12:Tekken vs biz 

Bu akşam iş çıkışında, uzun zamandır beklenen o dost buluşmalarından birine gittik. Erhan, Özkan ve ben, Kadir’in davetine motorlarımızla icabet ettik. Motor demişken, İstanbul sokaklarının akşam vakti serinliği, rüzgarın yüzümüze vurması…

Off, bir başkadır motorla yolculuk yapmak.

“Fazla jetonu olan var mı”


Kadir’in evine vardık; kapı açıldığında bizi sıcak bir tebessümle karşıladı. Ne de olsa eski dostluklar bir başka! İçeri adım atar atmaz koyu bir maç sohbetine daldık. Erhan mı? Her zamanki gibi o bohem tarzıyla, esprili bir şekilde olaya dahil oldu. Kadir ile şakalaşmaları, ortamı daha da keyifli hale getirdi. Sanki bir stand-up gösterisi izliyoruz. Gözümüzden yaş gelene kadar güldük.

Derken, konu döndü dolaştı, en sevdiğimiz eski dost Tekken’e geldi. O PS5’i açtığımızda, sanki yıllar öncesine, gençlik yıllarımıza döndük. Herkesin bir favori karakteri var tabi. Kadir’in iddialı hareketleri, Erhan’ın hiç bitmeyen kendine güveni… Ama ne yalan söyleyeyim, galibiyetler bir Özkan’a, bir Kadir’e, bir bana derken, turnuvanın kazananı tabii ki dostluk oldu. Bu cümleyi söylemeden bir dost buluşması biter mi? 

Sanmam!

Gece son bulduğunda, Kadir ile vedalaşıp motorlarımıza atladık. Ama eve dönmeden önce İstanbul’un gece ışıkları altında kısa bir tur atmasak olmazdı. Hani o yollar, insanın aklını alır ya… Şehrin o büyüsüyle evlerimize döndük. Böyle bir akşamı başka ne güzelleştirir ki?

Uzun zamandır bu kadar eğlenmemiştim. Bazen basit şeyler yetiyor insana: Dostlar, biraz şaka, biraz oyun, biraz da PS5. Bir dahaki buluşmayı şimdiden beklemeye başladık bile!

23 Eylül 2024 Pazartesi

Androgoji

Androgoji: Yetişkin Eğitimine Dair Düşüncelerim

Yetişkin eğitimine dair düşünmeye başladığımda, karşıma sık sık “androgoji” kavramı çıkıyor. Bu kelime, aslında yetişkin eğitiminin temel dinamiklerini açıklayan bir disiplini ifade ediyor. Peki, nedir bu androgoji? Nasıl bir öğrenme modelini içerir ve neden önemlidir? Eğitim denilince aklımıza hep çocuklar, okullar ve klasik sınıf ortamları gelir. Ancak yetişkinlerin öğrenme süreçleri çok daha farklıdır ve bu süreçleri anlamak, sağlıklı bir eğitim ortamı kurmak için hayati önem taşır.


Androgoji Nedir?

Androgoji, basit bir tanımla, yetişkin eğitimi bilimidir. Çocuk eğitimiyle ilgili olan pedagojinin bir nevi karşılığıdır. Kelimenin kökenine baktığımızda, “aner” yani erkek ve “agogos” yani lider kelimelerinin birleşiminden türediğini görüyoruz. İlk kez Alman eğitimci Alexander Kapp tarafından kullanılmıştır. Ancak bu terimi modern anlamda geliştiren kişi, Amerikalı eğitim bilimci Malcolm Knowles’tır. Knowles, pedagojiden farklı olarak, yetişkinlerin öğrenme ihtiyaçlarını karşılamak için ayrı bir yaklaşım gerektiğini savunmuştur.

Pedagoji ve Androgoji Arasındaki Farklar

Pedagoji, çocuk eğitimi anlamına gelirken, androgoji yetişkinlerin eğitimine odaklanır. Çocuklar bilgiye aç, yeni şeyler öğrenmeye hazır birer boş sayfa gibiyken, yetişkinler, öğrenim süreçlerine yaşadıkları deneyimleri ve önceden edindikleri bilgileri taşırlar. Bu yüzden bir yetişkin, bir konuyu öğrenirken, o konuyla ilgili önceki deneyimlerine ve bilgilerine dayanarak bir bağ kurar. Örneğin, bir çocuk matematik problemini çözerken öğretmeninin anlattıkları üzerinden ilerlerken, yetişkin, belki de iş hayatında karşılaştığı benzer bir durumu çözümleyerek öğrenme sürecini hızlandırır. Burada deneyim devreye girer.

Androgoji, yetişkinlerin öğrenim süreçlerine deneyimlerini ve önceki bilgilerini dahil etmesini teşvik eder. Knowles’un bu konudaki teorisi oldukça basit ama bir o kadar da derindir: Yetişkinler, kendi öğrenme süreçlerini daha fazla kontrol etmek isterler. Bu kontrol isteği, öğrenmeyi daha anlamlı ve motive edici kılar. Bu sebeple, yetişkin eğitiminde öğretmen merkezli değil, öğrenci merkezli bir yaklaşım gereklidir.

Yetişkin Eğitiminin Temel İlkeleri

Yetişkin eğitimi söz konusu olduğunda birkaç temel prensip öne çıkar. Knowles’un teorisi, yetişkin öğreniminin şu ilkeler üzerine kurulu olduğunu belirtir:

1. İhtiyaçlar ve Beklentiler: Yetişkinler, belirli bir konuda öğrenme gereksinimi duyduklarında bu öğrenme sürecine girerler. Onlar için öğrenme, belirli bir amaç için yapılır, sadece bilgi edinmek için değil. Örneğin, iş hayatında yeni bir yetkinlik kazanmak ya da kişisel gelişim alanında ilerlemek amacıyla eğitim alırlar.

2. Deneyimlerin Önemi: Yetişkinler, öğrenirken geçmiş deneyimlerine dayanırlar. Bu yüzden, bir yetişkin eğitim ortamında öğrendiklerini, daha önce yaşadıklarıyla kıyaslayarak daha iyi kavrar. Bu, onların eleştirel düşünme becerilerini de geliştirir.

3. Özerklik ve Kendi Kendine Öğrenme: Yetişkinler, kendi öğrenme süreçlerini kontrol etmeyi ve sorumluluk almayı severler. Bir yetişkine neyi nasıl öğrenmesi gerektiğini dikte etmek yerine, ona rehberlik etmek daha etkili bir eğitim modelidir.

4. Hedef Odaklılık: Yetişkinler, öğrenme sürecinde bir hedef ararlar. Eğer öğrenmenin sonunda ne kazanacaklarını bilmezlerse, öğrenme motivasyonları düşebilir. Bu yüzden, yetişkin eğitiminde eğitim içeriğinin somut faydalar sunması önemlidir.

5. İçsel Motivasyon: Yetişkinler, genellikle dış baskılarla değil, içsel motivasyonla öğrenirler. Kendi istek ve ihtiyaçları doğrultusunda bir konuya yöneldiklerinde, öğrenme süreçleri çok daha verimli olur.

Androgoji’nin Uygulama Alanları

Androgoji, sadece akademik eğitimle sınırlı bir kavram değildir. İş dünyasından kişisel gelişim seminerlerine, teknik eğitimlerden sosyal becerilere kadar birçok alanda yetişkin eğitimi önemli bir rol oynar. Bir işyerinde verilen eğitimler de androgojiye dayanır. Örneğin, bir firmada çalışanların yeni bir teknoloji hakkında eğitim aldığını düşünelim. Bu eğitimde, çalışanlar önceki bilgi ve deneyimlerini kullanarak, öğrenme sürecini hızlandırır ve daha verimli hale getirir.

Aynı şekilde, kişisel gelişim seminerlerinde de benzer bir durum söz konusudur. İnsanlar, kendilerini geliştirmek amacıyla belirli bir seminer ya da eğitime katılırlar. Burada da eğitmenin, katılımcıların önceki deneyimlerini dikkate alarak, onlara rehberlik etmesi önemlidir.

Androgoji, modern dünyada her geçen gün daha da önem kazanan bir kavram. Yetişkinlerin öğrenme süreçleri, geleneksel eğitim modellerinden oldukça farklıdır ve bu farklılıkları anlamadan sağlıklı bir eğitim ortamı oluşturmak mümkün değildir. Androgoji, bireylerin hayat boyu öğrenme süreçlerine katkı sağlayan bir model sunar. Yetişkinlerin ihtiyaçlarına ve deneyimlerine dayalı bu model, onları daha bağımsız, motive ve etkin öğreniciler haline getirir.

Eğitim sürecine baktığımızda, hepimizin birer yetişkin olarak öğrenmeye devam ettiğini unutmamak gerekir. Belki bir işyerinde yeni bir yazılım öğreniyoruz, belki de yeni bir dil ya da sanat dalında kendimizi geliştirmek için çabalıyoruz. Her ne olursa olsun, yetişkin olarak öğrenme sürecimizi anlamak, bu süreçte daha başarılı olmamızı sağlar. Androgoji, işte tam da bu noktada devreye girer ve bize etkili öğrenme yöntemleri sunar.

Kaynaklar:


Knowles, M. S. (1970). “The Modern Practice of Adult Education: Andragogy Versus Pedagogy.” Cambridge Adult Education.

Merriam, S. B., & Bierema, L. L. (2014). “Adult Learning: Linking Theory and Practice.” Jossey-Bass.


Bu yazıyı yazarken de aslında kendi deneyimlerimden ve ilgimden yola çıktığımı fark ediyorum. Hepimiz için öğrenme hayat boyu süren bir yolculuk. Bu yolculukta daha bilinçli adımlar atmak için, yetişkin öğrenme süreçlerini daha iyi anlamak gerekiyor. Androgoji, bu anlamda hepimize rehber olabilir.

16 Eylül 2024 Pazartesi

Karanlık ve umut

Her geçen gün biraz daha içimizi karartan haberlerle uyanıyoruz. Televizyonu açıyorsun, sosyal medyaya bakıyorsun; kadın cinayetleri, çocuk istismarları, hayvanlara yapılan vahşetler, savaşlar, açlık, sefalet… İnsanın göğsü daralıyor, nefesi kesiliyor. Sanki bir kıyametin eşiğindeyiz ve biz, olan biteni çaresizce izliyoruz. Ne oluyor bize? Nerede hata yaptık? Eskiden dostluk vardı, aile vardı, sevgi vardı. Şimdi her şey menfaat üzerine kurulu. Aile bağları kopmuş, arkadaşlık ilişkileri çıkar üzerine şekillenmiş. Aşk ve sevgi ise tüketim toplumunun bir parçası hâline gelmiş. İnsanlar birbirine yabancı, birbirinden uzak. Sevdiğine sarılmak bile bazen zayıflık olarak görülüyor. Nereye gidiyoruz?

“En büyük karanlık, içimizdeki umut ışığı söndükten sonra başlar”

İnsanların birbirine olan güveni kalmamış, kimse kimseye gerçek anlamda yakın değil. Güven duygusu yok olunca, dostluklar da, aşklar da anlamını yitiriyor. Bu kadar kötülük nasıl bu kadar yaygınlaştı? Etrafımızda dönen dolaplar, çıkar oyunları, ihanetler… Birbirine sevgiyle, saygıyla bakan kaç kişi kaldı? Herkes birbirini “nasıl kullanırım” diye bakıyor. Arkadaşlıklar, dostluklar yerini çıkar ilişkilerine bırakmış. Aileler dağılmış, komşuluk ölmüş, sevgi ise çoktan değersizleşmiş.

İşin kötüsü, bu kadar karanlığın ortasında ne yapmamız gerektiğini bilemez hâlde kalmışız. Kime güveneceğiz, kiminle yola çıkacağız? Gelecek, her geçen gün biraz daha kararıyor sanki. Yarınlarımız ne olacak? Çocuklarımıza nasıl bir dünya bırakacağız? Bir yandan savaşlar, diğer yandan doğanın yok oluşu, şiddetin her türlüsü gözlerimizin önünde cereyan ediyor. Kendi ellerimizle dünyayı mahvediyoruz.

Peki, biz ne yapmalıyız? Bu karanlık dünyada bir ışık yakmak mümkün mü? Belki de her şeyin cevabı burada yatıyor. Işığı kendimizde aramalıyız. Bir adım atmalıyız, belki küçük ama anlamlı bir adım. Birbirimize sarılmalıyız, güvenmeliyiz, sevginin gücünü hatırlamalıyız. Karanlığın içinden çıkmak istiyorsak, önce kendi kalbimizdeki karanlığı temizlemeliyiz. Empati kurmalı, yardımlaşmalı, paylaşmalı ve en önemlisi sevmeliyiz. Sevgi, belki de şu an en çok ihtiyaç duyduğumuz şey.

Bizi tekrar birbirimize bağlayacak olan tek şey, içimizde yeşerteceğimiz sevgi tohumları. Kendimize, insanlara, doğaya ve hayvanlara duyacağımız o saf sevgiyle belki de bu karanlığı biraz olsun aydınlatabiliriz. Geleceği kurtarmanın tek yolu, geçmişte bıraktığımız değerleri yeniden hatırlamaktan geçiyor.Kendimize, çocuklarımıza, yarınlarımıza borçluyuz bunu. Karamsarlıkla bir yere varamayız. Umut etmeli, çabalamalıyız. Kendi küçük dünyamızda bir fark yaratmak, belki de büyük değişimlerin ilk adımıdır.

Unutmayalım ki her karanlık, içinde bir ışık barındırır. Yeter ki o ışığı bulmayı bilelim…

Hadi eyvallah…

13 Eylül 2024 Cuma

Piri Reis

Piri Reis, Osmanlı İmparatorluğu’nun yalnızca bir denizcisi değil, aynı zamanda haritacılıkla tarihe damga vurmuş bir dahidir. Onun dünya haritası, sadece denizcilik bilgisini değil, aynı zamanda çağını aşan bir vizyonu yansıtır. Bu harita, o dönemdeki coğrafi keşiflerden haberdar olup olmadığımızı sorgulatacak kadar ileri düzeyde detaylar içerir.

“Zamanın ötesinde bir dahi”


Piri Reis’in 1513 yılında çizdiği meşhur dünya haritası, özellikle Güney Amerika ve Afrika kıyılarını öyle bir hassasiyetle tasvir eder ki, günümüz teknolojisiyle bile bu kadar kesin bilgilere nasıl ulaştığı hala büyük bir soru işaretidir. Bilinen kaynaklara göre, Piri Reis, dünya haritasını çizerken daha önceki denizcilerin notlarına ve haritalarına başvurdu. Kristof Kolomb’un kaybolmuş haritaları, Arap denizcilerin ve Osmanlı coğrafyacılarının birikimleri, Piri Reis’in elinde birleşti ve dünya için bir hazine ortaya çıktı.

Ancak asıl merak edilen, Piri Reis’in bu haritayı hangi yöntemle, hangi araçlarla ve hangi bilgi birikimiyle oluşturduğudur. Bazı teorilere göre, haritanın bu kadar doğru olmasının sebebi, Osmanlı İmparatorluğu’nun güçlü istihbarat ağı ve denizcilerinin dünya genelindeki bilgileri toplayarak birleştirmesidir. Piri Reis’in amcası Kemal Reis ile yaptığı seferler sırasında Akdeniz’de pek çok keşif yapmış olması da onun denizcilik bilgisini ve dünya görüşünü genişleten unsurlar arasında yer alır.

Piri Reis’in haritasının yalnızca yüzde 30’u günümüze ulaşmış durumda. Yine de bu parça bile, dönemin teknolojisini ve bilinen coğrafi bilgilerini aştığını gösteriyor. Haritanın en çok dikkat çeken kısmı ise Antarktika kıtasının buzsuz şekilde tasvir edilmiş olmasıdır. Bu, bilim insanlarını bile şaşırtan bir detaydır çünkü Antarktika’nın o dönemde keşfedildiğine dair herhangi bir bilgi yok. Bu, Piri Reis’in sadece bilinen dünya değil, bilinmeyen yerlere dair de bir vizyona sahip olduğunu gösteriyor olabilir mi?

Elbette, bu haritanın nasıl yapıldığına dair net bir cevap bulmak zor. Yüzlerce yıldır üzerinde tartışılan bu eserin sırrı, belki de Piri Reis’in yalnızca bir denizci değil, aynı zamanda büyük bir gözlemci, stratejist ve bilim insanı olmasında yatıyor. O, sadece kendi zamanının bilgilerini değil, geçmişin mirasını da geleceğe taşıyan bir köprü görevi üstlendi. Bugün hâlâ onun haritasına bakarken, nasıl bir öngörüyle hareket ettiğini ve dünya coğrafyasını bir denizci gözüyle nasıl şekillendirdiğini anlamaya çalışıyoruz.

Piri Reis, Osmanlı İmparatorluğu’nun gücünü denizlerde temsil ederken, haritacılığıyla da zamanının ötesine geçen bir isim oldu. Onun eseri, yalnızca bir harita değil, aynı zamanda insanlığın keşfetme tutkusunun, bilginin ve ileri görüşlülüğün bir sembolüdür. Haritanın sırlarını tamamen çözmek belki de hiçbir zaman mümkün olmayacak, ancak Piri Reis’in dehasını anlamaya çalışmak bile bize tarihin derinliklerinde büyük bir yolculuğa çıkarıyor.

Hadi eyvallah…